top of page

Kızıl Rüya

Bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında” yine kendisi olarak buldu. Bu büyük bir hayal kırıklığıydı. Bilincini, genelde bulunduğu bataklıktan zar zor çıkararak büyük bir çabayla yataktan kalktı ve saniyeler içinde giyindi. Son kez yalnızlığın dokunuşunu hissetti, son kez ciğerlerini özgürlüğün temiz ve masmavi havasıyla doldurdu; montunu, şapkasını ve kişiliğini üstüne geçirerek evden çıktı.


Her zamanki yolda daha tam uyanamamış bir şekilde yalpalayarak yürürken, gördüğü rüyanın minik hatırlatıcıları zihnini sarsmaya başladı. Sanki bu düşünceleri iteklermiş gibi, varması gereken binaya vardığında “Çekiniz” yazan kapıyı itmeye kalkıştı ve korkunç bir suç işlemiş gibi kıpkırmızı oldu. Yargılayıcı bakışlardan kaçarcasına hemen adımlarını hızlandırdı. Sonunda bu zorlu yolculuğu, kendini bildi bileli çalıştığı müzede sona erdi.


Tam karşısında duran ve gözleri anında üzerine çeken kıpkırmızı, pasparlak tabloya baktı. Bu müzeye geldiği ilk günden beri orada asılı dururdu ve her gün yeşil, mavi, kahverengi; uykusuzluktan kıpkırmızı olmuş, gözlüklü, lensli; daha yeni ağlamış, mutluluktan kısılmış, yaşlılıktan kırışmış, bir şahin kadar keskin, bir yarasa kadar bozuk bir sürü göz heyecanla onu süzerdi. Tabloyu ilk gördüğü zamanı hatırladı. Kendisinin algılayabileceği herhangi bir ton değişimi bile yoktu. Günlerce herkesin bu kadar ilgisini çeken tablonun neden ona bu kadar anlamsız geldiğini düşünüp durmuştu. En sonunda şu yargıya varmıştı: herhâlde hiçbir şeyden anlamadığı gibi sanattan da anlamıyordu. Belki de resmin kendisinden daha çok dikkat çeken ve diğerlerine kıyasla büyükçe atılmış imzanın sahibi, kendisiyle çok gurur duyuyor olmalıydı. Aylar geçmişti ve diğer tablolar yenilenirken, gördüğü ilgi nedeniyle asla yenilenmeyen bu tabloya karşı önüne geçilemez bir nefret birikmişti içinde.


Fakat tek bir çift göz vardı ki her ay gelir ve bu tablonun önünden umursamazca kayıp geçerek yenilenen diğer resimlere konardı. Bu gözlerin sahibinin kulakları gerçek hikayeleri dinlemeyi seçerdi. Ayakları her zaman nerede duracaklarını bilirdi. Kalbi ise ne zaman hızlanması gerektiğini… Gözlerin sahibi bu kişinin varlığı her ay beklediği, belki de maaş gününden bile daha büyük bir heyecanla beklediği, tek şeydi.


Tabloya bakarak bunları düşünürken birden zihni bulanıklaştı, sanki biri parmağını paletteki boyalara batırmış ve tüm renkleri karıştırıyormuş gibi her şeyi bulanık bir hayal alemine dönüştürdü. Zihni, kırmızı tabloyu rüyasında gördüğü fakat hayal meyal hatırladığı bir tabloyla değiştirdi. Yaşamları “gerçek” dışında her şeydi; tüm hayat tecrübelerini, hisleri, düşünceleri, acıları bir anlık tek bir karede toplayarak ustalık eserlerini oluşturmak isteyen ressamların zalimce bir deneyindeydiler yalnızca. Çaresizce resmi görmek için çabaladı, zihnine gerçek hayata dönmemesi için yalvardı fakat görüntü kendini çoktan yeniden kırmızı tabloya bırakmış; rüyadaki görüntüler zihninin kara deliğine düşmüştü bile. Bir süre sonra öğle yemeğini bildiren saat çaldı ve gerçeğe dönmesini sağlamak yerine rüyasında sürekli duyduğu bir sesi hatırlattı ona. Neye olduğunu bilmiyordu ama çok az zamanı kalmıştı.


Sokağın en kalabalık göbeğinde, kesişimlerin örümcek ağları gibi özenle örüldüğü o meydanı hatırladı. Fotoğraf çeker gibi durduracaklardı herhâlde zamanı. Kendini, orada gördüğünü hayal meyal hatırladı. Harika bir zamanlama tutturmalıydı; geçmişi, şimdiyi ve geleceği elinde tutan tek bir an… İçinde kaynayan, kaynayan ama bir türlü buharlaşamayan bir heyecan fokurdamaya başlamıştı bile.


Koşarak dışarı çıktı, bu sefer doğru hareketi yaparak kapıyı itti ve ilk gördüğü insana, ona geri sarılmasına şaşırdığı, köşedeki yaşlı bir kadına sarıldı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattı. Kadın konuşmaya başlayınca alnındaki kırışıklıklar sanki biri denize taş atıyormuş gibi dalgalanmaya başladı: “Eğer bir resim varsa, ressam tüm renkleri kullanmayı planlıyordur…” Kadın devam ediyordu ama o ne yaparsa yapsın dinleyemiyordu. Gözleri kırışıklıkların düzenli kıvrılışına takılmıştı. Her kelimesinde başka bir taş atılıyordu sanki ve sonra fark etti. Hayatında ilk defa her şeye kaybetme korkusuyla bakmıyordu. Eskiden olsa kadına, üstünde durduğu kaldırıma, kırışıklıklara, havaya, sevdiklerine, her şeye ikinci bir kimlikleri varmış gibi bakardı. Varlıkları ve yok olma potansiyelleri. Tüm ihtimaller büyük bir çabayla elinde tutmaya çalıştığın ama kayıp duran ıslak bir sabunmuş gibi... Daha fazla kalamazdı, zamanı yoktu. Kadına bir kez daha sarılıp koşarak uzaklaşırken kadın arkasından bağırdı: “Sadece başka ilhamların ilhamlarıyız. Zengin bir gün geçir!”


Evine bir rüya kadar hızlı koştu, aynaya baktı, üstüne ilk bulduğu parlak kızıl mantoyu geçirdi (ne de olsa karmaşada dikkat çekebilmeliydi) ve ilk kez böyle bir heyecanla, son kez dışarı çıktı. Göbeğe vardığında saati son birkaç kez ses çıkarıyordu. Tik. Yolun kenarında bekliyordu, dalgınca, fark etmeden direkt yola doğru yürüyerek… Tak. Yağmur çiselemeye başlamıştı ve her yer o sabun kadar kaygandı. Tik. Dakikalar geçti. Saniyeler geçti. Saliseler geçti. Arabalar geçti. Tak! Ve sonunda, hızını kontrol edemeyen, silecekleri umutsuz bir çabayla dans eden ve deli gibi korna çalan bir araba onun üstünden geçti.


Ve, fırça.


Zihni, her şeyi bitirmeden ve son nefesini vermesini sağlamadan önce ona tek bir rüya daha hediye etmeye karar verdi. Sergi günüydü ve hayatının tablosu duvardaydı. Sadece kendi resmi değildi ama asılan. Her bir canlının resmi sonsuz bir vitrinde sergileniyordu. Hiçbirinin ne giydiği ne yapmakta olduğu, çevrelerinde ne olduğu çizilmemişti. Sadece soyut birtakım semboller ve renkler silsilesiydi gördüğü. Onunsa, sadece mantosuydu sanki tuvaldeki; kırmızı ve parlak. Kızıl ve göz alıcı… Her ay uğrayan o bir çift göz onun da önünden umursamazca kaydı ve büyük bir heyecanla yanındaki resme kondu: Denize atılmış taşlar ve gittikçe genişleyen masmavi, sonsuz dalgalar…


Ve, fırça.


Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


Öne Çıkanlar
Son Yüklenenler
Bizi Takip Edin
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Instagram Social Icon
bottom of page