top of page

KURALLARA KARŞI GELMEK


Robert, kulüp kurallarına karşı gelerek nehre tek başına gitmeye başladı. Başkalarının planlarına ayak uydurmak zor geliyordu artık. Bugüne değin sadık yaveri olan Arthur, şimdi karnı burnunda karısıyla ilgilenmek zorundaydı, dolayısıyla ona vakit ayıramazdı. Topluca gezintiye gitmekse diğerlerinin gelmesini beklemek, üstüne bir de ne yapacaklarını ya da nereye gideceklerini tartışarak saatlerce oyalanmak demekti. Bununla uğraşacak hâli yoktu açıkçası. O yüzden Robert, işten çıkınca direkt kulübe gider, dalış kıyafetlerini giyip kanosunu kaptığı gibi nehre yollanırdı.


Ocak gelmiş, havalar iyice soğumuştu. Suyun dizi geçmediği yerlerde buz parçalarına dahi rastlanıyordu. Robert, nehre tek başına gidecek olmanın ruh hâlinde yarattığı değişimi hissedebiliyordu. Kanoya binip ekipmanlarını ayarlarken iki kat daha dikkatliydi. Can yeleğinin kemerini düzgünce takıp takmadığını tekrar tekrar kontrol etti. Nehrin çamurlu kıyısında otururken parmakları kanonun yüzeyinde en az üç dört kez gezindi, su geçirmez cilanın sağlam olduğuna ikna olmuştu nihayet. Fakat bu sefer de küreği yanlış yöne bakıyordu sanki. Sonunda kanosuna yerleşti ve kıyıdan uzaklaştı.


Kulübün bulunduğu kıyının biraz yukarısında, teknelerini yarıştıran birkaç çocuk New Bridge’in altından geçmekteydi. Robert ise kimseyle yarışmak niyetinde değildi. O yalnızca nehirle boy ölçüşmek istiyordu. Küçük ve plastik kanosu dalgalı sulara alışkındı zaten. Robert önce nehrin ortasına doğru kürek çekti. Daha sonra kanosunu tepetaklak ederek nehrin buzlu sularına daldı. Nehrin dibi karanlık ve çamurluydu. Robert’a göre kano sporunun en can alıcı noktası bu kasten alabora olma deneyiminde saklıydı: nehrin altında hiçbir şey görmeden, duymadan, hatta nefes bile almadan yalnız kalabilmek... Yalnızca birkaç saniyesi vardı nehrin sularına batmışken, az sonra yüzeye ve gerçek dünyaya dönmesi gerekecekti. Robert üçe kadar saydı. Karanlığa korktuğunu belli edemezdi. Kendi kendine “Sakin ol, aceleye lüzum yok” dedi. Küreğine sıkıca tutunup kanoyu yüzeye döndürdü. Islanmış kıyafetlerinden sular akıyordu. Rüzgârın yüzüne çarpışıyla hissettiği serinlik, yerini sıcaklığa bıraktı. Nehrin krallığına hükmedebilirdi artık.


Kendini akıntıya bırakıp demiryolu köprüsüne doğru ilerledi. Isınmak için sık sık geriye kürek çekiyor, bu sırada şehir merkezini de görebiliyordu. Yüksek bir tuğla duvar sola doğru kıvrılıyordu. Yıllar öncesinden kalma taş burçları, surlara ve mazgallı siperlere çıkan dik yokuşları görebiliyordu. Bulutsuz bir günde arkadan yükselen dağları görmek bile mümkündü. Neredeyse her gün şahit olduğu bu manzara Robert’ı doğup büyüdüğü şehre bağlamış, onda uysal ve sakin bir ruh hâli uyandırmıştı. Fakat son birkaç yıldır, henüz babası sağ iken, bu şehirden soğumaya başladığını fark etmişti. İşinde terfi edememiş, yaşadığı yer göçmenlerin istilasına uğramıştı. Uyuşturucu bağımlılarının şırıngaları şehrin mazgallarına dolmuştu. Annesi ise gözlerinin önünde evhamlı, mutsuz bir insana dönüşmüştü. Tek başına nehre açılmamalısın, demişti ona. Robert ise şöyle yanıtlamıştı: “Sokaklar nehirden daha tehlikeli.”


Köprüden sonraki çevre yolu şehrin sınırlarının burada sona erdiğini gösteriyordu. Artık geri dönmek zorundaydı. Nehir, hızını artırmıştı. Bakımsız kıyılarda kırılmış dallar, paslanmış demir parçaları ve moloz yığınları görülüyor, arada bir küreği bir beton parçasına sürtünüyordu. Bazen burada balıkçılara rastlardı, genelde yaşlı balıkçılardı bunlar. Köprünün hemen aşağısında, sağ kıyıyı mesken edinmiş adam talidomit[1]ten mustarip olsa gerekti. Âdeta çamaşır makinesinde çekmiş gibi görünen koluyla kendi ağını attığı bölgeyi işaret etti. Robert gösterdiği bölgeden uzak durdu, bu nehirden çıkan balığı asla ağzına sürmezdi zaten. Sol kıyıda trafikte bekleyen kamyon şoförleri istihkâm duvarının üstünden onu görebiliyordu. Robert, kamyon şoförlerinin onu kıskandığını hayal ederdi. Bazıları el sallardı ona. Hatta bazen kayalıklarda oturan sevgililer öpüşmeyi bırakır onu izlerdi. Keyfi yerindeyse eğer alabora olma numarasıyla onlara küçük bir gösteri bile yapardı. “Gösteriş meraklısı!” diye sataşırdı nişanlısı ona. Stella’ydı adı. Neredeyse on yıldır birlikteydiler. Stella, arkadaşlarıyla dertleşirken “Robert’ın nehre gitmesi şart” derdi. “Enerjisini bir yere yönlendirmesi gerekiyor.” “Rob’un kaslarını gördünüz mü?” Ufukta evlilik görünmüyordu henüz, aceleleri yoktu nasılsa. Robert’ın hayatına bir uyuşukluk, bir huzursuzluk hâkimdi. Bazen farkında olmadan sinirlendiği oluyordu.


Demiryolu köprüsünün altındayken kulübün tek başına nehre açılmama kuralını mantıklı buldu Robert. Fakat onun olmak istediği tek yer bu nehirdi işte. Üzerinden dört ayrı ray geçen köprü, bir viyadük olarak inşa edilmişti. Köprüyü taşıyan beş büyük kemer nehrin sularını taş duvarlarla beş dar akıntıya bölünüyordu. Ayrıca burada su seviyesi yaklaşık bir metre kadar azalıyordu. Aniden daralan akıntı ve su seviyesindeki düşüşle birlikte durgun yüzey yaklaşık yirmi metre ileride yerini azgın sulardan minik bir şelaleye bırakıyordu. Su seviyesindeki azalma kemerin oluşturduğu geçitle aynı yerde başladığından, bu değişim en çok sağdan ikinci kemerden geçerken hissediliyordu. Tam bu noktada, on dokuzuncu yüzyıldan kalma taş duvarın altında, nehir keskin bir V şekline bürünüyordu: sağlam fakat biçimsiz bir V. Dalgalı nehrin her iki yanına köprünün ayaklarını desteklemek için konulan kocaman taş bloklar su seviyesinin hemen üstünde kalıyordu. Bu taş bloklar aynı zamanda nehirdekilerin kaçıp yana doğru sığınabileceği anaforlar oluşturuyordu. Köpüren dalgalı sular aşıldıktan sonra akıntı, şiddeti giderek azalan dalga kümeleri hâlinde uzun kemer boyunca kıvrılıyor, daha sonra ileride büyük anaforların, daha ne olduğunu anlayamadan tekneleri yalayıp yuttuğu bir düzlüğe dökülüyordu.

Burada kanoyla birçok numara yapılabilirdi. Sular yükseldiğinde dalgalar kanoyu yerinden hoplatırdı. Kano, burnu aşağı doğru dönük hâlde dalganın tepesindeyken sular hızlanır gibi olurdu. Bu anda nehir üstünüze gelirken olduğunuz yerde kalmak için deli gibi mücadele etmeniz gerekirdi. Sağa sola doğru kıvrılıp kanonun burnu aşağı battığında hafif duraklamanız, dalganın tepesine çıkıp da sizi fırlatıp atmak isteyen suyla mücadele ederken ise hızlıca kürek çekmeniz gerekirdi. Dalgayla birlikte sürüklenirken Robert, ofiste geçirdiği sıkıcı saatlerin ardından dikkatini toplamak zorunda kalırdı. Bir yandan nehrin gizli ritmine kendini bırakarak hayatın tam kalbinde olmanın verdiği coşkuya kapılır, öte yandan kontrolü de elden kaybetmezdi. Bazen o dalgalarda sörf yaparken köprüden bir tren geçer, zihnini gürültü ve heyecan doldururdu.


Yine de dalganın üzerinde tek seferde otuz-kırk saniyeden fazla kalmak zordu. Bazen kanonun uçlarından biri fazla dışarıda kalırdı ya da dalga çukurundayken ön kısım suya fazla batardı. Bazen de akıntı aniden kesintiye uğrar, dalgalar da bundan nasibini alırdı. Kendini birdenbire dalganın gerisinde sularla boğuşurken bulurdu Robert. Dalganın üstünde durma çabaları genelde alabora olmakla sonuçlanırdı. Sonra tekrar yüzeye çıkmak için epey uğraşması gerekirdi. Hızlı akıntı suyun altındaki küreği kapıp götürmeye çalışır, ileri kürek çekmek zorlaşırdı. Kaskının soldaki köprünün sonuna doğru önüne çıkan kayaya takılması işten bile değildi. Akıntı genişleyip durgunlaşana dek tamı tamına yedi dalgayla boğuşmak gerekiyordu. Bazen yapılacak en akıllıca şey dalgaların hız treni geçinceye dek beklemek, sonra da ötedeki çamurlu sulardan çıkmaktı. Robert yüzeye ancak iki ya da üç denemenin sonunda çıkabildiği için canı sıkılmıştı. Bir gün kanosunu yüzeye döndüremeyip yüzmek zorunda kalacağını biliyordu. Tek başına hem kendini hem de kanosunu ve küreğini kurtarmak zorunda kalacaktı.


Köprünün kemerinden geçerken oluşan anafora doğru ilerlerken dalgalarla boğuştu. Yarım saat sonra ancak soluklanabilmişti. Köprünün altında kanosundan indi ve köprüyü destekleyen taş bloğun altında oturdu. Burada nehrin keskin kokusu duyuluyordu. Arada bir ıslak otların arasından fareler geçtiğini görürdü. Nehrin sağ tarafındaki fabrikada kamyonları yükleyen işçiler bazen onu izlerdi. Robert da onlara başıyla hafifçe selam verirdi.


Tek başına nehirde dolaşmak o kadar hoşuna gitmeye başlamıştı ki Mart-Nisan civarı köprünün oraya geldiğinde birkaç eski takım arkadaşına rastlayınca canı sıkılmıştı. Arkadaşları tek başına nehre çıkmasını onaylamadıklarını belli eden sözler sarf etmişti. Nehrin dibi çalı çırpı ve taş doluydu. Kanoyla sulara dalıp çıkarken ya bir dal parçasına takılsaydı?


Köprü civarında takılan kulüp arkadaşları arabalarına atlayıp nehrin aşağı kısmına gider, kanolarını arabadan indirir, birbirlerini kollayarak güzelce vakit geçirdikten sonra kanolarını tekrar arabaya yükler ve geri dönerlerdi. Kulübün olduğu kıyıdan uzun uzun kürek çekmeyi, hele ki geri dönmek için akıntının tersi yönünde neredeyse iki kilometre boyunca dalgalarla boğuşmayı hiç sevmezlerdi. Öte yandan nehrin aşağı kıyısına arabayla gelmek de tehlikeliydi. Kulüp üyeleri nehirde kürek çekerken arabaları soyulmuştu, hem de birkaç kez yaşanmıştı bu. Fabrikanın olduğu kıyı epey ıssızdı, yaklaşık bir kilometre ötesinde de çingeneler yaşıyordu. Robert ise nehirden kulübe kürek çekerek dönmeyi tercih ediyordu, formunu da koruyordu böylece. Hevesini alınca kıyıya çıkar, kanosunu nehrin yukarı kıyısına doğru sürükleyerek yürürdü. Bu yürüyüşlerde genellikle köprünün altında kıyıya oturmuş sigaralarını tüttüren sakallı genç adamlara rastlardı. Bazen çalı çırpıdan bir ateş yakmış olurlardı. Yanlarında ise yırtık pırtık elbiseli, kucaklarında mutlaka birer bebek taşıyan kadınlar bağdaş kurup otururdu. Bazen de şırıngalar ve minik poşetler arasında uyku tulumlarına kıvrılmış birkaç gence rastlardı. İnce kauçuktan kano ayakkabılarıyla nereye bastığına dikkat ederdi bu yüzden.


İlkbahar yerini yaza bırakıp havanın biraz daha ılıdığı günlerde, birkaç Faslı nehrin kıyısında oturur, köprünün altında sigaralarını yakardı. Hatta bazen tam Robert’ın kanosunu kıyıya çıkarttığı yerde nehre girip yıkanırlardı. Nehirden rahat bir şekilde çıkabilmenin mümkün olduğu tek yer burasıydı. Robert onlara tek kelime etmez, hatta onları görünce kafasını başka yöne çevirirdi. Uzun süredir hareketsiz kalan bacakları hala kaskatı halde, ağır kanosunu omzunda taşırken kendini savunmasız hissederdi. Kanunlar burada geçersizdi. Havanın ısınmasıyla etrafı her türlü pis koku sarmıştı. Ayrımcılık yapmak istememesine rağmen Robert çingenelerden hiç hoşlanmazdı. Çingeneler ceplerinde bıçakla gezer, çöplerini sağda solda bırakırlardı. Fakat nehrin epey yukarısındaki kıyıda bahçeler vardı. Sık sık, bu kıyıda küçük kızıyla oyun oynayan güzel bir kadına denk gelirdi. Merhaba, diyerek onları selamlar ve bahçe duvarının üstünden küçük kıza kanosunun neden su geçirmediğini anlatırdı. Annesi ise başıyla köprüyü işaret edip uyuşturucu bağımlısı gençlerden yakınırdı: “Bıktık bu eroinmanlardan. Polis de hiç ilgilenmiyor ki.” Robert omuz silkerdi. Kıyıdaki kanosuna biner, dik kıyıdan üç metre kadar aşağı kayarak sulara inerdi. Kanonun önü iyice sulara batar, sonra tekrar yukarı kalkardı. Küçük kız ise onu izler, kahkahalar atarak alkışlardı.


Geriye kürek çekerken akıntıdan uzak durup kıyıya yakın kalması gerekirdi. Bazen eski tuğlalar arasından, çalılıklara yuva yapmış garip, mavili sarılı kuşlar çıkardı. Üstünden çevre yolu geçen köprünün olduğu çamurlu kıyıda ise daima kazlar ve ördekler gezinirdi. Hatta bir keresinde Robert ördek yavrularını korkutmuş, panikle kaçışmalarına sebep olmuştu. Küçük sinekler çamurun yüzeyinde uçuşuyordu. Küreğiyle öne uzanırken gövdesi, güçlü ve ritmik bir vuruşla sarsıldı. Anne ördek viyaklayıp kanat çırptı. Robert neden Stella’yla evlenip arkadaşı Arthur gibi mutlu bir yuva kurmadığını tam olarak bilmiyordu. Bazen üye kartını kullanarak Stella’yı kano kulübüne sokar, giyinme odasının zemininde sevişirlerdi. Buğulu karanlıkta yanlarında akan nehrin sesini dinleyerek uzanırken kendilerine bunu yumuşak yataklarında uzanmaya yeğlediklerini söylerlerdi.


Haziran ortasında, eriyen karlar dağlardan ovaya akar ve nehrin su seviyesini önemli ölçüde arttırırdı. Bu zamanlar dalgaları yakalamak için idealdi. Fakat şimdilerde suların tadını çıkaran ayaktakımından insanlar köprünün altına doluşuyordu. Şehirde sevdiği tek yerin böylesine istila edilmesi Robert’ı çileden çıkarıyordu tabii. Çok sıcak bir günde Sırp asıllı üç adam köprünün ikinci ayağının dibindeki taşlarda, dalganın yakınında öylece dikiliyordu. Köprünün kıyıya yakın kemerinin olduğu yerde akıntı daha sığ olduğundan suda yürüyerek ikinci kemerin dibindeki taşlara kadar gelmiş olsa gereklerdi. Bir yandan sigaralarını içip bir yandan neredeyse bağırarak konuşuyorlardı. İçlerinden birinin üstünde sadece sırılsıklam olmuş iç çamaşırı vardı. Bu adam elinde telefonuyla Robert’a yaklaşıp onunla konuşmaya çalıştı. İri yarı, kaslı bir adamdı. Gülüyor, el kol hareketleriyle ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Robert’ın anladığı kadarıyla adam kanosunu ya da hiç olmazsa can yeleğini ödünç almak istiyordu. Robert kafasını salladı, onların dilinden anlamıyordu. Elden ele dolaştırdıkları şişede şeffaf bir sıvı vardı. Akıntı tehlikeliydi. Şişeyi ona doğru salladılar. Denemek ister miydi? Robert suyun üstünden bakarak kafasını hayır anlamında salladı. Telefonlu adam onunla fotoğraf çekilmek istiyordu galiba. Şişman, hantal, şüphesiz sarhoştu. Öne doğu eğilip sırıtıyor, telefonunu işaret ediyordu. Robert başka bir kemere ilerlemeye karar verdi.


Köprü yolunun ortasında sular kenarlarda anafor oluşturmadan hızlı bir akıntı şeklinde akardı. Burada akıntı o kadar şiddetliydi ki kanoyu aniden içine çekip tepetaklak edebilirdi. O yüzden yapabileceğiniz tek şey kanoyu nehrin ortasında bir kayanın altına doğru sıkıştırmaktı. Robert akıntının tam bu kısmına yaklaştığında tuhaf bir şey gördü. Akıntının üst kısmındaki kayaya bir şey sıkışmıştı: grimsi, yuvarlağımsı bir şey. Bir kemik, evet, muhtemelen bir hayvanın kemiğiydi. Kanoyu bir anafordan diğerine doğru sürükleyerek kemiğe doğru yaklaştı. İki kayanın arasına sıkışmıştı, üzerinden sular akıyordu. O an Robert kemik sandığı şeyin aslında bir insan kafatası olduğunu fark etti.


Robert kanosunu yarısı sulara batmış bir kayanın altına doğru sıkıştırdı. Kafatası diğer taraftaydı, çene kısmı yoktu fakat kafatası olduğu kesindi. Önceden gözlerin doldurduğu deliklerden şimdi sular akıyordu. Niye bilmiyordu ama Robert kafatasını oradan alması gerektiğini düşündü. Fakat ters bir pozisyondaydı. Kafatası tam önündeydi, hafif sağa doğru elini uzatsa alacak gibiydi. Ama akıntı hem şiddetliydi hem de çer çöple doluydu. Kanoyu yanındaki kayaya yaslayarak anaforla akıntı arasında yalpalayan bir halde, sağ elindeki küreği kafatasına doğru savurdu. Üçüncü deneyişinde, yerinden oynatmayı başarmıştı. Bir metre kadar uzağında aşağıdaki kayanın orada suyun üzerinde zıplıyordu şimdi. Küreğini diğer eline alarak öne doğru uzandı. Parmakları kafatasına değdiği anda kano alabora oldu.


Kanoya dair okuduğu kitapların hiçbirinde bulunmayan bir durumla karşı karşıyaydı işte. Kafasındaki kask taşlara sürtünürken bir elinde kafatası öbür elinde gevşekçe tuttuğu küreğiyle bir girdabın içinde baş aşağı kalmıştı. İki eliyle küreği kavrayıp kanoyu döndürmek için kafatasını bırakması gerekiyordu. Fakat o kafatasını saklayıp yetkililere göstermek istiyordu. Belli ki biri kaybolmuştu ve ortada çözülmesi gereken bir gizem vardı.


Robert, kanosu kayalardan ve kemerden uzaklaşana kadar suyun altında biraz bekledi. İnsan her zaman nefesini düşündüğünden daha fazla tutabilir derler hep. Korkmuyordu. Eli kolu dolu halde kanoyu küreği olmadan, sadece vücudunu kullanarak döndürmeye çalıştı. Kolunu, başını ve kalçasını sallayarak kanoyu döndürebilmesi gerekirdi. Kafasını su yüzeyine çıkarmayı başardı fakat yalnızca hava alabilecek kadar. Bu şekilde kanoyu döndürmeyi hiçbir zaman doğru düzgün becerememişti zaten. Tekrar denerken bir an için gözü köprünün ayaklarından birinde, alabora olmuş kanoyu izleyen Sırplardan birine takıldı. Adam öne doğru eğilmiş bağırıyordu.


Bir kez daha deneyeyim, diye düşündü. Köpüren sularda hareket etmeden tepetaklak duruyordu, öne doğru uzandı. Kafatasını ve küreği ellerinden bırakmayarak kollarını soluna, su yüzeyinden gelen ışığa doğru uzattı. Daha sonra kollarını genişçe açarak döndürmeye çalıştı. Bu sefer kafasını bile su yüzeyine çıkaramamış, epey yorulmuştu. Hızlıca küreği elinden bırakıp kendini kanodan kurtardı. Köprünün ötesindeki anaforun orada yüzeye çıkıp güneşi yüzünde hissetti. Boştaki eliyle kanoyu çevirip kafatasını içine attı, sonra da küreği nerede diye bakındı. Sadece birkaç metre ötedeydi. Bir eliyle kanoyu tutarak yan kulaç atmaya başladı. Bu ana dek her şey yolundaydı ta ki sağ tarafından gelen çığlığı duyana dek. Kano kocaman bir elin ağırlığıyla yan yattı. Anlaşılan Sırplardan biri suya atlamıştı.


Robert nehrin bu bölümünü iyi tanırdı. Acemi gözlere yeknesak geniş bir menderes gibi görünse de çağlayan nehir ikiye bölünüyor, köprünün elli metre kadar ilerisinde sular alçalıp nehrin ortasında kilden bir tümsek beliriyordu. Köprünün ortasına doğru temkinli bir şekilde ilerlendiğinde kısa bir süre sonra kendinizi diz seviyesine gelen sularda buluyordunuz. Kanonun güvertesine tutunmuş adamın yabancı ve vahşi görünümlü suratına bakarak “Sorun yok, sakin olun”, dedi Robert. Aptal herif daha önce soğuk suya atlamamıştı anlaşılan. Kar suyu soğuğundan dişleri birbirine vuruyordu. Üzerinde ne bir dalış giysisi ne de can yeleği vardı. “Tamam, sakin olmaya çalışın. Bekleyin, bekleyin… Tamam, şimdi!” dedi Robert. Elleri kanoya değiyordu, neredeyse yakalayacaktı. Su biraz daha sığlaşana kadar bekledi, sonra ayaklarının üzerinde doğruldu. Nehrin sürüklediği kanosu ve küreğini yakaladı. Yanındaki adam taşlara takılarak yürüyor, bir şeyi işaret edip bağırıyordu. Bir an kustu, sonra tekrar bağırmaya başladı. Diğer iki arkadaşı da suya atlamıştı fakat sağa sola savrularak nehrin sağ kıyısına doğru sürükleniyorlardı.


Yanındaki adam kanoyu sabit tutarken Robert kanoya bindi, akıntının ortasında bunu yapmak oldukça zordu. Slav’ı sığ sularda emniyette bırakarak diğerlerini kurtarmaya gitti. Robert üzerinde bir kanca, kanosunda da bir halat bulundurmayı ihmal etmezdi. Yüz metre kadar aşağıda adamlardan birine ulaşabildi. Kancayı kanonun arka tarafına takan Robert, panik içindeki adama halatı tutmasını söyledi. Adam çırpınarak neredeyse kanoyu devirecekti. Söylenilen en basit talimatı bile anlamıyor, durmaksızın feryat ediyordu. Dişlerinde delikler vardı, çirkin suratı korkudan bembeyaz kesilmişti. Robert hiddetle küreğini sallayıp adamı kıyıya doğru itmeye çalıştı fakat kıyı fazla yüksekteydi, sular pürüzsüz setlere çarpıyordu. Tırmanılabilecek bir şeye ancak yüz metre sonra rastlanıyordu.


Daha sonra üçüncü adamı aramaya koyuldu. Nereye gitmişti bu herif? O anda fark etti ki aslında bütün bunlara sebep olan kendisiydi. Başının dertte olduğunu düşünen sarhoş, muhtemelen aptal, kesinlikle tecrübesiz üç adam onu kurtarmak için tereddüt etmeden hızla akan sulara balıklama atlamışlardı. Robert şimdi cep telefonlu şişman adamı arıyordu. Muhtemelen telefonunu kayalıklarda bırakmıştı. Fakat Robert nehrin bu kısmına pek aşina değildi. Hiçbir kanocu daha önce nehrin bu ucuna gelmemişti. Tek bildiği kulağına gelen uğultunun barajdan geldiği ve baraja ulaşmadan nehirden çıkması gerektiğiydi. Yoksa akıntılarla birlikte kanala, oradan da su arıtma sisteminin içine sürüklenecekti.


Hızlıca kürek çekti, ne yapıp edip adamı bulacaktı. Adamın geride kalmış olma ihtimaline karşın barajın yüz metre kadar gerisinde, akıntının tersine doğru zikzaklar çizerek ilerlemeye başladı. Tam o anda gözü köprünün altındaki kayalıklara ilişti. Kara bıyıklı şişman adam öne doğru eğilmiş, cep telefonunu göstererek bağırıyor, Robert’ı yanına çağırıyor, ona likör şişesini uzatıyordu. Robert’ı aşırı rahatsız eden o gereksiz neşeli tavrıyla hem de. Aptal herif! En az yarım saat kadar nehrin güvenli sayılabilecek kısmında ileri geri dolaştı fakat bu olaylar silsilesi onu epey yormuştu. Barajdan olabildiğince uzaklaşması gerekiyordu. Sonunda nehrin sol kıyısında tırmanabileceği bir yer bulup halatıyla kanosunu da yukarı çekti. Kanonun içinde savrulan kafatasının sesini duydu. Orada olduğunu bile unutmuştu. Derhal karakolun yolunu tuttu.


Stella olanları duyunca onu kahraman ilan etti tabii. Birkaç gün geçti, polis sonunda kafatasının bir yılı aşkın süredir kayıp olan bir hayat kadınına ait olduğunu söyledi. Robert’ın kurtardığı iki Slav’ın izine rastlanmamıştı fakat üçüncünün cesedi barajın filtresinden çıkarıldı. Telefonu köprünün altındaki kayalıklardan kaybolmuştu. “Ne diye suya atladılar ki?” diye sorup durdu Robert, iki sorgusunda da. “Tek başınaydın”, dedi polis memuru. “Tehlikede olduğunu düşünmüşlerdir.” “İyi de ben onları tanımıyordum ki. Beni kurtarmalarını da istemedim zaten.” Polis memuru omzunu silkti: “İnsanlar bazen kendilerini kahraman zannediyor işte.” Annesi bir daha köprüye gitmemesi için Robert’a saatlerce dil döktü. “Söz ver”, dedi. Kollarını etrafında kenetlemiş, ona sıkıca sarılmıştı. “Artık gitmeyeceğine söz ver. Benim bu dünyada senden başka kimim var ki?” İhtiyar annesi onu vazgeçirmeye oldukça kararlıydı. Robert ciddiyetle söz verdi. Fakat Stella buna epey öfkelenmişti. “Gitmeyeceksin de ne yapacaksın?” diye sordu. Gözleri öfkeyle parlıyordu. “Nasıl formunu koruyacaksın? Dışarı çıkamadığında huysuz, çekilmez biri oluyorsun ayrıca.” Robert gözlerini ona dikerek “Çıkacağım zaten, merak etme” dedi, “Annemin haberi olmayacak.” Öyle de oldu. Robert hâlâ kurallara karşı gelerek, neredeyse her akşam kanosunu alıp köprü yolunun altındaki dalgaların tadını tek başına çıkarmaya devam ediyor.


Çeviren: Hazal Y. Birincioğlu

Eserin orijinal adı: “In Defiance of Club Rules”

 

[1] Talidomid ilk kez 1950’lerin sonlarında Avrupa’da hamilelikte sabah bulantısının tedavisi için kullanılmış olan bir ilaçtır. İlacın ağır, hayatı tehdit eden doğumsal kusurlara neden olduğunun bildirilmesi üzerine, daha sonra kullanımdan kaldırıldı.


Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Öne Çıkanlar
Son Yüklenenler
Bizi Takip Edin
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Instagram Social Icon
bottom of page