Bir Kıyının Yaşamı ve Yerçekimli Karanfil
- Alihan Erdoğan
- 19 Mar 2017
- 4 dakikada okunur
“Doğanın bana verdiği bu ödülden
Çıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan.”*
Kapalıçarşı’daki antikacı dükkanının asma katında ‘şiir yapardı’. Kendisine sorarsan, dağlardan tepelerden inen bir düzlük ya da amansız bir gücenikti. Aykırıya, ayrıntıya, ayrıksıya, azınlığa tutkundu. Edip Cansever anların içerisindeki renkleri bir ressam sadakatiyle irdeleyen betimsel bir şiir ihtilalcisi olmasıyla şairler arasında kendine özel bir yer ediniyor. Şiirini üzerine inşa ettiği kelimeler günün her saati ısrarla ve yanılmaksızın yine şaire işaret ediyor; Cansever, kendi şiirinde duyduğu bu karakteristik hassasiyeti bunun için ‘şiir yazmak’ olarak değil, ‘şiir yapmak’ olarak adlandırıyor. Bunun için imgelemindeki tüm unsurlar karşısında, onları tanımlamadan evvel, onlara ‘birbiriyle konuşan iki insan gibi’ tanık oluyor.
“.. şiir yapılır diyorum sadece, yazılan şeyse yazıdır.
Renk nasıl bir çiçeğin rengi, ses nasıl bir kuşun, bir telin sesiyse, gözlemlerimizin, algılarımızın kavradığı nenler de şiirdir. Örneğin bir olay içinde, balığın gözlerinde, ışığın yansımasında, insanların ölüp gittiği bir savaş alanında herhangi bir ozanın bir şiirini canlıyabiliyoruz.
Biz şiirle evreni, insanı, olayları yeniden görüyoruz. O gördüğümüz, algıladığımız nenlerden ayıramıyoruz şiiri.” [1]
Şiire dair, duyumsal olanakları gözlem çerçevesinde birleştirmeye eğilimli yaklaşımını sıklıkla dile getiren Edip Cansever’in, Enis Batur tarafından da “çağdaş insanın yaralı portresini en usta biçimde çizen şair,” şeklinde anılması rastlantı değildir, zira Edip Cansever şiirlerinde kalemini bir fırça gibi kullanarak tanığı olduğu sahneleri tuvaline kelimelerle işlemiştir.
Şiirinde bütün öznelerin izine rastlayabileceğimiz, çok sesli bir şair olarak da tanımlayabiliriz Cansever’i, ‘kendi’liğinden yola çıkıp da aykırıya, ayrıntıya, ayrıksıya ve azınlığa varabilen söyleminin sırrı da bu çok sesliliğinde gizlidir. Ancak onun şiirindeki birçok unsur gibi, çok seslilik de karşıtıyla beraber belirir; aynı çok seslilik kendisine ilahi bir gözlemci kimlik bağışlarken, şiiriniyse gözlemlemeyi çok iyi bildiği doğa ve biçimler çerçevesinde özgürlüğe taşır. Cansever şiiri bu tekillik-çoğulluk illüzyonundan ustalıkla beslenir ve beslendiği bu kaynak bu yönüyle onun aykırıdan, ayrıntıdan, ayrıksıdan ve azınlıktan gelip de ‘kendi’liğine ulaşabilmesine ışık tutar. ‘Yaptığı’ şiirin değindiği nesneleri ve çizdiği biçimleri de şiirin anlamlanma ve özgürleşme yolculuğunda çözümleyici bir ilke olarak ele alır.
“.. Ahmet’in ayakları var, Boyalı iskemle güzeldir, derken bunları okuyan kimse, Ahmet’in, iskemlenin, ayağın çizgilerini çizer önce. Bir biçim, bir renk dünyası kurar kendine göre. Bu, şiirin düpedüz bakılan yanı, kolay yanıdır. Yapılan gözlem şiiri ilke olarak çözümlemeye yarar. Şiire varmak bu çizgi ve renk dünyasını aşmakla olur. Buysa bir eğitim işidir. Kendimizi giyime, sigaraya, yemek yemeye, eğlenmeye hazır tuttuğumuz gibi şiirin tadına varmaya da hazır tutmamız gerekir. İşte o zaman üstümüze şiirin ağırlığı çöker. Ne yapsak ondan kurtulamayız artık. Kişiliği bu etki türlerinde aramalıyız. Biçimse, ozanı kişiliğe götüren yollardan biridir sadece.” [1]
Edip Cansever şiirinin özgürlüğü, imgelemine sonsuzluğun çerçevesini çekmiş olmasından gelir. ‘İki insan gibi durdum,” dizesiyle dile getirdiği durum, adeta tekillik-çoğulluk olarak andığımız bağlamda iç içe geçmiş bir süregeliş olarak canlanır. Sanki doğanın kendisine verdiği ödülden çıldırıp yitmemek için birbiriyle konuşan iki insan, birbirlerinin bakmadığı yerlere bakıp, bir yandan Cansever’in anılar ve resimlerle dolu şiirinin sınırlarına erişmeye çalışırken, diğer yandan sınırsızlığa erişir. Kelimeleri düşüncelerinin uçsuz dağlarına, tepelerine tırmanırken, o kendisini –bir illüzyonu, bu kez başka bir illüzyonu yeniden işleyerek- ‘dağlardan tepelerden inen bir düzlük’ olarak anmıştır. Cansever’in tanımlarını özgür kılan, şiiri ve kendisinin, dağlar, tepeler ve düzlükler gibi ardı sıra gelen ve ancak birlikte var olabilen iki halkaymışçasına beraber nefes alıyor oluşudur. Şiirine sonsuzluk çerçevesini çeken o düşsel iki insan ise nihayet ‘kendi’liğinde birleşir.
“.. Zaten şiir tek insanın şiiridir. Bir kendine göreliği vardır. İşi bu yandan düşünürsek,.. konular, belgitlemeler.. hep yüzeyde kalan kavramlardır. Şiirin kendisi, ozanın tutumuyla, insanı, evreni ele alışındaki başkalıkları verir.” [1]
Edip Cansever şiirinin betimsel ve görsel tavrında etkili olan noktalardan biri de kendisinin edebiyatın diğer türlerine yakından ilgisidir. Zihnimizde renkleri, çizgileri uç uca ekleyip de dağlar, denizler yaratabilen betimselliği zaman zaman öyküyle epey yaklaşır. Doğrudan görsel unsurları içerisinde barındıran tiyatro türünden de yakından etkilenmiş ve şiirinin olanaklarını teatral unsurlarla destekleyerek genişletmiştir.
“.. şunu söyleyeyim yeri gelmişken, ben şiirden çok romandan, öyküden, oyundan etkilenmişimdir. Acaba bu benim yaradılışımdan mı geliyor diye düşünmüşümdür. Neden bazen ben uzun şiirler yazmadan edemiyorum? Hatta bazı şiirlerimde öykü öğesi de var, diyaloglar var düpedüz. Bunlar neden oluyor? Niye ben hepsini birden toparlamak istiyorum, şiir kadar da niye romandan tat duyuyorum? Elbette o bir şiir tadı duymak değil, sevdiğim romancıyı okurken şiir tadı duyuyorum diyemem ama, bir Homeros kadar, bir Shakespeare kadar da haz duyuyorum ve şiirime bunların bir başka yoldan da etkisi oluyor.” [2]
Cansever’in imgeleminde renklerin doğal bir işbirliği içerisinde olduğu sezilir. Bu noktada da doğal izlenimlerden ve görsellikten beslenen şiir, ‘kendisinin tutumuyla, insanı, evreni ele alışındaki başkalıkları vermekten’ geri durmaz, kalemi yeniden bir fırçanın rolünü üstlenir.
“..ve her şey dönüştü işte,
Kahverengi bir çarşambadan,
Sapsarı bir cumartesiye. ...“[3]
“.. maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan
[maviyi mi
bir renk değildir mavi huydur bende,
Ve benim yetinmezliğimdir ...“[4]
İşte tüm bunlarla birlikte, Edip Cansever, “gelecekten utanarak dönen bir sevinçlidir.”
“Ben biraz ertesi gün gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyim,” diyerek andığı ‘kendi’si, ‘gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk/hiçbir yere gitmiyor’ dizeleriyle değindiği çocukluğundan, ‘gömdüm hepsini, geliyorum/bütün ölülerimi gömdüm geliyorum,’ dizeleriyle öncelediği eşiğe varana dek, denizi çok sevmiştir.
“Ölüler ki bir gün gömülür,
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür,
İnsan
Yaşıyorken
Özgürdür.” [3]
“.. gözyaşlarımı göstermedim,
ki sildim, özgürlüğüm beni tutsak düşürdü,
başaramadım. “ [5]
Kapalıçarşı’daki antikacı dükkanının asma katında otuz yıl boyunca ‘şiir yaptı’. Yalnızlığı, çoğulluğu, sevinci, üzüncü çizdi. Her şeyi, hiçbir şeyle beraber çizdi. Ardında hem öncesi, hem sonrası kaldı. Gökyüzü gibi hiçbir yere gitmeyen çocukluğu, Aşiyan’da sessizliğe çekilmeden evvel, denizi çok sevdiğini söyledi durdu ve -belki bilerek, belki bilmeyerek- şiirini de tanımlıyordu:
“Yaşamım bir kıyının yaşamı gibidir.” [6]
Şimdi Cansever, yanıbaşındaki “Yerçekimli Karanfil” ile Aşiyan’ın kıyısında çok sevdiği denizi seyrediyor. Derken şiirleri elden ele...
.. ve umutlar sonsuzdur, çünkü en büyük yaslar,
En büyük ölümlerden sonra tutulur.”**
Kaynakça
* Cansever, Edip. “Başlangıç”. Şairin Seyir Defteri, Ada Yayınları, 1980.
** Cansever, Edip. “Tragedyalar”. Tragedyalar, De Yayınları, 1964.
1. Cansever, Edip. Gül Dönüyor Avucumda, sf. 69, 70. Adam Yayınları, 2000.
2. Cansever, Edip. Gül Dönüyor Avucumda, sf. 122. Adam Yayınları, 2000.
3. Cansever, Edip. “Ben Ruhi Bey Nasılım”. Ben Ruhi Bey Nasılım, Koza Yayınları, 1976.
4. Cansever, Edip. “Günlerden”. Sonrası Kalır, Cem Yayınları, 1974.
5. Cansever, Edip. “Yeniliş”. Bezik Oynayan Kadınlar, Ada Yayınları, 1982.
6. Milliyet Sanat, Sayı 307, 1979.
Comments