top of page

Gıyabında

Çeviriye Önsöz

Shields’ın 2000’de yayımlanan Dressing Up for the Carnival başlıklı kısa hikâye derlemesinden seçtiğimiz bu hikâyeyle daktilosundaki yitik bir sesli harfi fark eden bir yazarın masasına konuk edeceğiz sizi. Bu yitik harf, İngilizcede benliği ifade ederken sıkça kullanılan “i” harfiydi. Türkçe çevirisinde de –dilin fonetik yapısı da göz önünde bulundurularak- yazarın eserinde “özünü” soyutlama çabasını muhafaza etmek amacıyla “ö” harfi kullanılmamış. Shields, yitik harfi fark etmeden önceki kurgusu ve gıyabında aklından geçenlerle okuruna “Bir yitik harf neyi değiştirirdi?” sorusunun cevabını aratıyor ve bizi kullandığımız dilin özümüzü inşa etmede ne denli etkili olduğu üzerine düşünmeye teşvik ediyor.

Emre Murat Bozer


Erkenden uyandı, bir bardak sert, şekersiz kahve içti. Sonra daktilosunun başına geçti. Aşağı yukarı ne yapmak istediğini biliyordu: Bir kız torun, aşk merdiveni, altın elma ve ufak, mavi bir beşikten bahsedeceği bir hikâye yazacaktı. Üç beş kelime yazmıştı ki klavyesinin harflerinden birinin bozuk olduğunu fark etti -yetmezmiş gibi- bu harf bir sesli harfti, aç benliğe bağlanan[1] o harf eksikti.


Ne parası vardı ne de klavyenin tuşunu tamir edebilecek bir ev arkadaşı. Birçok kadın bu gibi durumlarda sesini çıkarmaz, başarısızlığa boyun eğer, ufak düşünce taşlarının üstünü açmazdı. Ancak bizimki bu kadınlardan değildi. Bu narin, eski metaforun hakkını verebilmek için kollarını sıvadı, baştan başladı. Malum harfi kullanmadan yazacaktı. Becerisini ortaya koyacak, bir olurunu bulacak, yokluktan bir eser yaratacak; açıkçası olduracaktı.


Yavaşça, düşünerek kelimeleri düzmeye başladı: “Çok eskilerde bir...”


Bir zamanlar dans ettiği yerlerde elleri tıkanıyordu şimdi. Durup başını kaşıdı. Meşgul, normalde çalışan kafasında bir şeyler patırdamaya, yankılanmaya başladı, kendisine ansızın “Şimdi ne yapabilirim?” diye sordu çünkü zayıf ama güvenilir isim-fiil[2] dilin çatı kapağından düşüp gitmişti. Bu bağlamda parsellerce gramer bir anda ulaşılmaz hale gelmişti, aynı zamanda bir cümleyi ilan eden, onu bağlayan, ona bir an için durup taze oksijen almasına izin veren çarpıcı durak kelimeler de ulaşılmaz hale gelmişlerdi. Kelime dağarcığı, altın başak tarlaları kadar geniş, ne zaman isterse orada olan sevgili bahçesi bir metrekarelik bir alana küçülmüş -eskiden hiç olmadığı kadar- bir çay masasının başına oturmuş, hayranlık duyduğu büyük teyzesinin itinayla, tek tek şekerleri seçmesi gibi, kelimeleri seçmeye zorlanmıştı.


Eşanlamlılar bulma fikri onu cezbetmişti, hem bundan ne zarar çıkardı ki? Kelimelerin formal anlam seviyelerinde birbirine aktarılamayan uyum siluetleri barındırdıklarını da biliyordu. Yine de binlerce aldanmış ruh, her gün bulmacaların başında vakit geçirmekten vazgeçmiyordu. Yapışkan çağrışım zenginliği yalın taleplerde bulunuyor, hafıza bas bas bağırıyor ve bağlam, o kadim, mutlak, alçak sertçe bakıp kabul edilebilir seviyenin altındaki her şeyi çiğneyip tükürüyordu.


Vakit geçtikçe kadının sinirleri de gitgide gerildi. Her zaman aradığı, tek aradığı kelime klavyenin bozuk üst kısmından bakarak onunla dalga geçti. İnce, topal, dik ama mütevazı, hayret noktası

esasen mühim olmayan bir hecenin merkezindeki bir kelime...


Bunun yanında durup eskimiş eşanlamlılar lügatinin tozlu sayfalarından muğlâk bir deyime bakmak zorunda olmak dengesini altüst ediyor, yazısının melodisini değiştiriyordu. Durup başlamalar arasında parıltı bir şekilde kaybolmuştu. Ufak, ıslak aksan ve vurgu zevkleri sanki yontulmamış Balkanaltı halk hikâyesinden çevrilmiş, uzaydan fırlama, çok akıllıdan hallice bir bilgisayarın borusunun ağzına tıkılmışçasına sertleşmişti.


Kafatasına bir ağrı saplandı, kol kemikleri dondu. Sadece eskiden yaptığı gibi merkezinde eriyip sonlarında dallanan, bağımsız bir şekilde büyüyen ve kaçan cümleler kurmak istemişti. Ancak cırt cırtlı yapışkanları varmış gibi bir yan cümle, bir başka yan cümleye bağlandı.


Aklından çıkan seslerden çok çekmişti. Ağzın ve boğazın çok fazla açıldığı, çok fazla dişin ortaya çıktığı daha usturuplu heceler kullanmaya zorlanıyordu. Daha çok ufak, eğik, parçalanabilir, kulağınızı dilin bükülmüş ucuna veya bir güğüme yaklaştırdığınızda kendini ortaya çıkaran tonları tercih ediyordu. Küt küt atan bir kalbin sesi tam da istediği şeydi ama aynı zamanda atışların arasına yerleşmiş kısa sıçrayışları da istiyordu. (Yine de arada bir ortaya çıkıp tel gibi gerilmiş cümleler oluşturduğu için sinsi y sesine minnettardı)


“Çok eskilerde, bir kadın masanın başına oturdu ve...”


Saatler geçti ama işler sarpa sarmaya devam ediyordu. Kendi kendine düşündü: Bir tencere bezelye çorbası daha fazla zevk verir veya salondaki halıyı süpürmek daha çok işe yarardı.


Ne yazma isteği ne de ilham kaynağı vardı. Ancak en zoru şu bozuk tuş ondan paralel bir teslim, benliğinin alfabesinden çıkarılmış bir karşılık ekonomisi bekliyor gibiydi. Peki ya nasıl? Hikâye bir yerden gelmek zorundaydı. Bir el kalemi hareket ettirmek, tuşlara basmak, bir şekilde torunu aşk merdivenine sürmek, altın elmayı mavi beşiğin ayakucuna yerleştirmek mümkün olmalıydı. “Bir kadın masanın başına oturdu ve...”

Kolunun masaya sertçe düştüğünü hissetti ve ilginç bir şekilde masanın buna karşı çıkıp çıkmadığını merak etti. Masanın kenarında duran lamba bu uzun günden sonra yorulmuş muydu? Yerler makul derecede neşeli, kapı hareketsizlikten dolayı uyuşuk, bozuk harf kendini ortadan kaldırdığı için huzurlu muydu?


Çünkü şimdi düşünceleri odadaki her nesnenin içinden, odanın her yerinden geçiyordu ve biraz sonra duvarlar, tepesindeki temiz çatı ve güçlü kara semanın kendisi olmuştu. Sesli bir şekilde merak etti, neden bütün dünya onu çağırırken kendi vücudunun güçlü, yalnız zamiri tarafından bu kadar uzun süre kuşatılmıştı?


Ancak nihayetinde yerleştirdiği kelimeler algı kapılarının karanlığından, son anda bırakmayı reddetmiş inatçı benliğinden geliyordu. “Bir kadın oturdu...”


Herkes kadının kim olduğunu biliyordu. Kafasına kırmızı bir şapka geçirdiğinde, ismini değiştirdiğinde, saati bin yıl geriye aldığında veya torunlar, aşk merdiveni hakkında istikrarsız hikâyelere başvurduğunda da... Herkes kadının başından beri orada, faili ve nesnesi sert bir biçimde birbiri içine geçmiş şekilde masanın başında olduğunu biliyordu. Kimse, en gencimiz bile kelimeleri ortaya çıkaran kişinin açılmış benliğimizin arabeskinden başka bir şey olmadığına inanmıyor. Bundan kaçış yoktu ve bunda kederlenecek bir şey de yoktu.

“Bir kadın oturdu ve yazdı,” yazdı kadın.


1 Benliğe bağlanan, bu yitik sesli harf i’dir. İngilizce’de “ben” kelimesi I ile ifade edilir ve bu hikâyenin orijinal metninde “i” harfi kullanılmamıştır. Türkçe’nin fonetik yapısı göz önünde bulundurularak çeviri metinde “ö” harfi kullanılmamıştır. (ç.n.)

2 İngilizce’de isim fiil oluşturma, filleri şimdiki zamanda çekimleme vb. birçok görevi olan –ing eki yitik harfi içermesi sebebiyle yazarın dil bilgisi ve kelime haznesini büyük ölçüde daraltmıştır. (ç.n.)


Çeviri

Hüseyin Güngör

Son Yazılar

Hepsini Gör
Devlet Terörü ve Anarşinin Maskesi

Bütün hayatı boyunca toplumla çatışma halinde yaşamış Percy Bysshe Shelley‘nin şiirlerinde bireysel çıkmazlar yerine toplumsal...

 
 
 

Commenti


Öne Çıkanlar
Son Yüklenenler
Bizi Takip Edin
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Instagram Social Icon
bottom of page