Söyleşi: Mahir Ünsal Eriş
- Furkan Günay
- 1 Tem 2015
- 3 dakikada okunur
Dünya Bu Kadar ile alakalı konuşmaya oldukça klasik bir şekilde, size neden roman sorusunu sorarak başlamak istiyorum. Son dönemin, okurlar tarafından en beğenilen öykücülerindensiniz. Öykülerinizle anlatmak istediğiniz insanların hikâyelerini oldukça başarılı aktarabiliyorsunuz. Sizi bu daha uzun soluklu maceraya çeken ne oldu?
Başta, bunu biçimsel olarak algılamadığımı söylemem gerekir. Öykü yazmak ya da roman yazmak niyetiyle değil de, daha çok, bir şeyler anlatmak niyetiyle oturuyorum yazının başına. Ve bu elbette bir form arıyor ve o form belli olduğunda da yol ortaya çıkıyor. Anlatmak istediklerim bir roman formunu alır haldeydi ve romanın peşinden gittim.
Bu kitabı yazmaya başlarken roman yazacağım diye mi yola çıkmıştınız? Aslında roman diye anılan bu kitap, birbirine uç noktalardan bağlanmış olan karakterlerin öykülerinden oluşan bir eser. Bunu daha önce Barış Bıçakçı ve ihsan Oktay Anar’da da görmüştük. Sizce bu tarz bir yazma biçiminin bir öykü yazma tekniği olarak kabul edilmesi mümkün müdür? Ya da bu durum öykü ile roman farkının yıkılmasına işaret ediyor denilebilir mi?
Hayır. Bence değildir. Bu yazdığım romandır ve roman yazmak niyetiyle başlanmış bir iştir. Geri kalanı teknik teferruat.
Kitap boyunca kişilerin öykülerini kurarken bazı yerlerde çok sade bir dil kullanırken bazı yerlerde de okuru zorlayacak derecede ağdalı bir dil kullanıyorsunuz. Romanınızda yazar, piyanonun tüm tuşlarını ustaca kullanan bir piyanist gibi. Öykülerinizde görmediğimiz bir şekilde kullanıyorsunuz dili. Neden yazınınızda dil anlamında böyle bir değişikliğe gittiniz?
Romanda, o anki hikâyenin konusu olan karakterlerin çevresinin, sınıfsal-kültürel kimliğinin ve zamanının dilini takip etmeye çalıştım. Roman biraz da dildir bence çünkü.
Çok amiyane tabirle kitabınızın ikinci bölümü, bitmiş halini hiç görmediğimiz bir yapboz hakkında yorumlar yapmaya başladığımız bölüm. Okuru şaşırtıyor ve sürüklüyorsunuz hatta notlar almaya teşvik ettiğinizi bile söylebilirim. Bu durum okurken aldığımız hazzı yükseltiyor ve aklıma bir okur olarak ister istemez acaba romanlarınızı bu şekilde kurmaya devam edecek misiniz sorusunu getiriyor.
İnanın ne yazacağımı ben bile bilmiyorum hâlihazırda. O nedenle böyle bir tekniği, herhangi bir biçimsel yolu ya da şu hikâyeyi denerim, dersem yalan söylemiş olurum. Ömür oldukça hepimiz göreceğiz daha neler çıkacak içten.
Kitapta pek çok sanatçıya ve esere selam veriyorsunuz, Turgut ve Selim ile Tutunamayanlar’a, Kore Savaşı esirlerini ziyaret eden şairle Nazım Hikmet’e, Sevgi Soysal’a, Zeki Demirkubuz’a ve pek çoklarına… Neden eserinizde kurgu isimlere yer vermek yerine bildiğimiz, sevdiğimiz isimleri kullanıyorsunuz ? Size daha gerçek geldikleri ve sıcak hissettirdikleri için ve okuyucunun da aynı şekilde hissedeceğini düşündüğünüz için mi ?
İnsan yaşadığı dönemi o ya da bu şekilde biçimlendirmiş sanatçılarla ve onların bu dünyadaki varlıklarına tanıklık edişiyle övünmek istiyor elbette. Nazım Hikmet’le aynı dilde yazıyor olmaktan, Zeki Demirkubuz’un çağdaşı olmaktan kim onur duymaz? Bundan ibaret.
Sanki zaman ve mekânda yolculuk yapıyoruz kitabınızda. Bir öykünüzde 1960’larda İzmir’deyken, diğerinde 70’ler İstanbul’undayız ve derken kendimizi 1950‘li yılların Ankara’sında bulabiliyoruz. Benim bu şehirler arasındaki gezinti ile ilgili sormak istediğim, bize bazı kitaplarda belirli dönemlerini okuduğunuz şehirleri mi anlattınız yoksa genel bir şehir tarihi araştırması mı yaptınız? Mesela, 70‘lerin Ankara’sını anlatırken kafanızdaki Ankara‚ Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ndeki veya başka bir kitapta tanık olduğunuz Ankara mıydı yoksa “Ankara” mıydı?
Genellikle bir şehrin hangi yıllarını anlattıysam, o şehrin o yıllardaki halini bildiğim, gördüğüm, dinlediğim, okuduğum kadarıyla aktarmaya çalıştım. Böyle kurmaya uğraştım.
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde... kitabınızdaki öykülerde genel olarak çocuklar ve saf duygular üzerine yoğunlaştığınızı görüyoruz. Buradan, sizin yazarken toplum, örf, gelenek gibi bazı etkenler tarafından bozulmuş hisleri göz ardı edip en temel, en safiyane, en temiz duygulara erişmeye ve o duyguları aktarmaya çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?
Kendi yazdıklarımı yorumlamak yakışık almaz ama sizinle aynı fikirde olmadığımı söylemeliyim kısaca. İlkin, çok detaylı kadınlık halleri anlatılan öyküler de içeren bir kitaptı ilk kitabım. Sadece çocukluk ve taşra nostaljisi yoktu. Öte yandan, bence saflık anlatmıyorum. Yani safça anlatıyorumdur belki, bilemiyorum, ama temiz, saf, kaybolmuş değerlerle beraber bu dünyadan silinmiş insanlar anlattığımı pek sanmıyorum.
Öykülerinizde, toplumda kemikleşmiş, her ne kadar mantıktan uzak bile olsa, artık yer ettiği için kolayca söküp atılamayan âdetlere karşı sağlam eleştiriler getiriyorsunuz. Bu nokta üzerinde durmanızın sebepleri nelerdir?
Bu dünyanın tümden yıkılıp yerine yenisinin, iyisinin kurulabileceğini söyleyen bir dünya görüşünün çocuğuyum ben. Devrimcilerin arasında büyüdüm, hep de devrimci-sosyalist oldum. Belki bunun etkisi vardır biraz.
Yazdığınız eserlerin kalıcılığı sizin için önemli mi? 21. yüzyıl Türk edebiyatı dendiğinde isminizin anılacak veya anılmayacak olmasını önemsiyor musunuz? Yoksa sizin için sadece bugünkü yazma eyleminden aldığınız keyif mi ön planda ?
Önemsemiyorum. Bana gelene kadar, bu yüzyılda anılacak o kadar ad var ki zaten. Benim buna kafa yormam en naif tabirle kendini beğenmişlik olur.
Can Yayınları‘nın ‘düşünen spor dergisi‘ sloganına sahip dergisi Socrates geçtiğimiz ay çıkmaya başladı. Hem edebiyatımızın önemli yayınevlerinden birinin bunu yapması hem de içeriği Socrates‘i farklı kılıyor. Sporla özellikle de futbolla içli dışlı olan siz bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz ?
Güzel bir gelişme. Dilerim güzel şeyler yapmak isteyen güzel insanlara destek çıkacak başka yayınevlerine de örnek olur.
Son Yazılar
Hepsini Görbir ayva düştü, okundan vurulmuş delinmiş, düştü. kral bacak arasından güldü okundan, kendi okundan. ava gitmiş bir kral mağrurluk da...
Comments