Brontë
- Hakan Özlen
- 30 Haz 2015
- 5 dakikada okunur
Emily Brontë, onu yazına yönlendiren bir lanete sahipti. 17. yüzyıl İngiltere’sinde kuralcı ve katı bir papazın kızı olarak dünyaya geldi ve kısa süren ömründe doğduğu ve büyüdüğü yer olan Yorkshire’ı hiç terk etmedi. Tıpkı kız kardeşleri gibi o da bir manastır ciddiyetinde, katı ve değişmez doğrularla dolu bir hayat sürdü fakat bu durgun ve aşırı ciddi hayatına karşılık, edebi açıdan şaşılacak derecede yetkin, kurgu ve anlatı bakımından yazılmasından bu yana değer kaybetmeyip, aksine değerlenen Wuthering Heights (Rüzgârlı Bayır ya da Uğultulu Tepeler) adında bir tek roman bıraktı kendisinden geriye. Bu yazı serisinde, başta İngiliz edebiyatı olmak üzere dünya edebiyatına, bizim onların yaşamından yaklaşık yüz yıl sonra klasikler olarak adlandıracağımız üç büyük roman bırakan Brontë kardeşler ve eserleri üzerine düşünmeye, yazmaya çalışacağım.
Wuthering Heights, Emily’nin kendisi gibi yazar olan ablasının teşvikleriyle yazdığı ilk ve tek romanıdır. Dönemin edebiyat çevrelerinden oldukça uzak, okunmaya değer kitapların sadece kutsal kitap ve onun hakkında yazılanlar olduğunu öğrenerek yetiştirilen Emily’nin, yalnızca kendisinin değil iki kız kardeşinin de, edebiyat dünyasını kökünden sarsan, yayımlandığı dönemde ihtilal yaratan kitaplar yazmış olmaları üzerine şaşırmadan düşünmek olanaksızdır. Üçü de yapıtlarını, sonsuz bir hayal dünyası ve ciddi bir edebi birikim sonucu oluşturmuştur. Bunların yanı sıra özellikle Emily’nin çok sessiz ve durağan, yalnız edebiyatla sessizliğini bozduğu bir yaşam sürdüğünü söyleyebiliriz.
Wuthering Heights kesinlikle bir aşk romanıdır fakat aşkı kendisine kadar hiç anlatılmayan bir şekilde anlatmıştır. Saf sevginin, ilk bakışta büyük bir tezat oluşturacak biçimde, saf kötülüğü nasıl ortaya çıkardığı ve beslediği üzerine yazdığı romanla Emily, aşkın hiç görmediğimiz ve çok gerçek bir yüzünü; bizi rahatsız, tedirgin edecek bir çıplaklıkla ve büyük bir ustalıkla suratımıza çarpmıştır.
Çocukluk döneminin sosyal statüleri hiçe sayan saf hali, romanımızın başkahramanları Catherine ve Heathcliff arasında büyüyen aşkta en net haliyle görülebilmektedir. Heathcliff, Catherine’in babasının sokakta bulup korumasını üstlendiği kendi çocuklarıyla beraber büyütmek üzerine eve getirdiği kimsesiz bir çingenedir. Çocukluk döneminden başlamak üzere, Catherine’nin romanda saf kötülüğün karşılığı olan ağabeyi Hindley, eline geçen her fırsatta Heathcliff’e onun, kendisinden ve kardeşinden aşağı olduğunu ona eziyet ederek belirtmiştir. Hindley’den kötülüğün temsilcisi olarak bahsetmemin sebebi Heathcliff’i aşağılarken bunu herhangi bir materyal, amaç ya da kazanç doğrultusunda değil sadece kötülük olarak yapmasından kaynaklıdır. Sadist bir hal ile sadece kendi zevki için onu elinden geldiğince cezalandırmaya çalışmıştır. Catherine‘in de, romandaki birinci nesil olarak genelleyebileceğimiz Heathcliff, Hindley, Catherine üçlüsünde Heathcliff ve Hindley’den daha iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Bencil aşkı, amaç ve istekleri doğrultusunda Heathcliff’in bir “canavara” dönüşümünde Catherine en büyük pay sahibidir. Bu konuya geri döneceğim. Kahramanların çocukluğuna dönecek olursak saf, insanları ve onların düşüncelerini önemsemez aşkları, toplumsal normlar tarafından kabul edilemezdi. Toplum kendini ve sosyal statülerini sabit tutma eğilimden vazgeçmeyecek ve bu sevgi ve saflıkla dolu aşkı adeta cennetten alıp cehennemin en ucuna götürecekti. Çocukluğun saflığı, yetişkinlerin dünyasını bir süreliğine unutmaya yetecek güçte de olsa her çocuk gibi Cathy ve Heathcliff de yetişkinler dünyasında yaşamakla lanetlenmişlerdi.
Hindley özellikle babasının yani Heathcliff’in tek koruyucusunun ölümünden sonra Heathcliff’in üzerine adeta bir kâbus gibi çökmüştür. Evden atmış, odasını almış ve onu ahırda bir köle gibi yaşamaya mâhkum etmiştir. Bunlar her ne kadar Heathcliff’in kindar ve gaddar bir yetişkine dönüşümünde önemli rol oynasa da esas kilit etmen, şahsi görüşüme göre, Catherine’in toplum ve onun istekleri ile Heathcliff’e olan sevgisi arasında kendi pozisyonunu tam olarak belirleyemeyişidir. Büyük bir ikilik içerisinde onu sevip hatta kendi sözleriyle o olup, diğer yandan toplumsal statüsünü korumak için Heathcliff ile evlenmeyi reddetmesi/geçiştirmesi, Heathcliff’i hayatının aşkının ona ve kendisine ihanet ettiği fikrine sürüklemiştir. Catherine’in Edgar Linton ile yaptığı evlilik, içinde olduğu ikiliği iyice kuvvetlendirmiştir. Bir yandan statü için Linton ile evlenirken öte yandan bu evlilikle Heathcliff’i de daha rahat bir hayata kavuşturacağını, abisinin baskı ve eziyetlerinden kurtararak onu kendi yanına alabileceğini düşünmüştür. Bencilliği nedeniyle Heathcliff’i bir kölelikten ötekine nasıl sürüklediğini kendi hayatını nasıl mahvettiğini görememiştir. Heathcliff’den sonrasında af dilediğinde ve onun da kendisini affetmesini istediğinde Heatcliff’in verdiği cevap kitabı ve Heathcliff’in hırçın hatta kötü aşkını özetler niteliktedir, “Bu gözlere bakmak, bu heba edilmiş elleri tutmak ve affetmek zor, bir daha öp beni ve gözlerine bakmama izin verme! Senin bana yaptığını ben affettim. Ben katilime aşığım fakat senin katilin… Nasıl affedebilirim onu?” Heathcliff, Catherine Earnshaw’a saf âşık olmuş ve Catherine Lipton’dan aşkla nefret etmiştir. Kaçmış ve üç yıl sonra bir varsıl olarak dönmüştür. Heathcliff’in aşkı bizi adeta duvardan duvara vurur. O kadar gerçek ve o kadar gaddardır ki Wuthering Heights’ın fırtınaları romanda adeta somut bir hal alır ve yüzüne yüzüne çarpar okurun. Kötülüğü sonuna kadar hissettirir ve aşkı bu kötülükle birlikte verir.
Catherine, Edgar Linton’un kızını doğurur ve ölür. Catherine, Edgar‘a gerçek anlamda hiçbir zaman bir aşk beslememiştir, en azından Heathcliff’e duyduğu aşka kıyasla Edgar’a duyduğu sevgi hiçbir şeydir. Kendisi bunu şu sözlerle özetlemiştir, “Benim Linton’a duyduğum sevgi ağaçtaki yapraklar gibi. Zamanın bunu değiştireceğinin farkındayım, kışın ağaçları değiştirmesi gibi. Heathcliff’e duyduğum aşk ise kalıcı kayaların altı gibi. Görünürde verdiği haz küçük fakat gerekli.” Heathcliff’in aşkını ise anlatmak çok güç, Catherine’in tabutunun başına sırasıyla Edgar’ın ve Heathcliff’in geldiği bölüm, Heathcliff’in tutkusunun boyutunu anlatmak için ideal olabilir: Edgar Linton karısının tabutunun başucuna gelir, onu alnından öper ve boynuna bir kolye takıp gider. Linton’ın gidişinden sonra onu sağanak yağmur altında gözetleyen ve Catherine’in yalnız kalmasını bekleyen Heathcliff içeri girer, Linton’ın kolyesini çıkarır atar ve aşık olduğu kadını son kez Catherine Earnshaw olarak kucaklayıp hıçkırarak ağlar. Tüm tutkusu ve aşka karşı direnemeyip ufacık kalan benliğiyle romanın her anında Catherine’i sever Heathcliff, hatta dayanamaz mezarını açar yanına yatar Catherine’in iskeletinin. Şeytani bir şekilde reddeder Heathcliff kabullenmeyi ve ölümü.
Catherine’in ölümü ile artık zengin bir adam olan Heathcliff daha da kötü olmuştur. Hindley’den intikam almak için ve bir taraftan da sadece kötü bir insan olduğu için sayısız kötülük yapmıştır. Hindley‘in sahibi olduğu mülkü bir şekilde ele geçiren Heathcliff bununla da yetinmemiş ve Hindley’in elindeki her şeyi almış, Edgar Linton’a zarar vermek için ise kız kardeşini kendisine aşık etmiş ve ondan çocuk yapmıştır. Heathcliff kendi oğlundan da nefret etmiştir, Heathcliff’in oğluna Linton adı verilmiştir ve dayısının evinde büyümüştür. Heathcliff, Hindley ve onun oğlu Hereton’a Hindley’in eziyetleri ve kötülük duygusuyla hayvanlara davrandığından dahi kötü davranmış ve Hereton’un özellikle kendisinin yetiştiği biçimde yetişmesini sağlamıştır. Catherine ve Edgar’ın kızlarının adı da Cathy’dir ve romandaki ikinci nesil olarak adlandırabileceğimiz Hareton, Cathy ve Linton’a Heathcliff elinden gelen kötülüğü yapmaya çalışmıştır. Catherine’nin ölümünün ardından 18 yıl geçmiş fakat Heathcliff’in aşkı bir an olsun azalmamıştır, Edgar Linton ve yeğeni küçük Linton hastalardır, Edgar’a kötülük etmek için Heathcliff, kendi oğluyla Cathy’nin evliliğini ayarlamıştır.
İkinci nesille alakalı en dikkat çekici karakter Hareton’dur. Sevginin doğru şekilde verilmesinin sonucu olarak Heathcliff’den çok daha farklı bir yetişkin olmuştur, Heathcliff‘in yetiştirilme tarzı ile yetiştirilmesine rağmen. Cathy ve Linton’un evliliklerinden kısa bir süre sonra Linton ölmüş ve aynı evde yaşamayı sürdüren Hareton ile Cathy arasında bir arkadaşlık başlamış ve bu aşka dönüşmüştür. Bu sırada, Heathcliff’in Catherine’e aşkı, ızdırabı dayanılmaz boyutlarda sürmektedir ve oğlu öldükten kısa süre sonra Heathcliff de ölür. Öldüğü vakit geldiğinde ölüm, onun için belki de olabilecek tek mutlu sondur.
Romanın sonunda Hareton ile Cathy evlenirler. Hareton, Heathcliff gibi yetişmiş fakat onun olduğu adam olmamıştır, sosyal etkinin, çevredeki bireylerin baskısının sonucu canavara dönüşen Heathcliff’in tersine, hayatın tek yollu bir patika değil sınırsız ayrımlara sahip büyük bir ağaç gibi şekillendiğini göstermiştir. Tabii bunda daha öncede bahsettiğim gibi sevginin doğru şekilde verilmesi kilit rol oynamıştır. Kötülük varoluşsal değildir romana göre. Hareton’un, Heathcliff’in kaderini paylaşmaması bunun kanıtıdır fakat kitap kötülüğün tek yola dönüşmemesi için öncelikle limitleri ve kabullenmeyi öğrenmenin gerekliliğini vurgular.
Emily Brontë’nin bu tek romanının hakkını kısa bir yazıyla ve çok da akademik olmayan bir dille vermek zor. Elimde kitabın Türkçesinin bulunmayışı ve kitaptan alıntıları kendim çevirmiş olmamın da mazur görülmesini rica etmek durumundayım. Romanın kurgusu öylesine muhteşemdir ki son derece gaddar ve kötü bir adam olan Heathcliff’e anlayış göstermeden romanı bitirmek zordur. Anlatı, okuru içine öylesine alır ki o mâlikanenin adının neden Uğultulu Tepeler olduğunu anlarsınız, evin çevresinde esen rüzgâr, isterseniz kapalı bir yerde olun, sizin de yanı başınızda eser.
Son Yazılar
Hepsini Görbir ayva düştü, okundan vurulmuş delinmiş, düştü. kral bacak arasından güldü okundan, kendi okundan. ava gitmiş bir kral mağrurluk da...
Comments